19 Ağustos 2014 Salı

Farzet ki sırra kadem bastım!

Aradın, taradın, bakmadık taşın altını bırakmadın. Son bi gayret, şu denizi de geçersen Bozcaada'dayım! Meydana git direk, o kocaman çınarın altındaki Çınaraltı kahvesine...bak hemen o köşede minnoş bi masadayım. Tek ayağım yerde, tekini yanımdaki sandalyenin üzerine uzattım...sol dirseğim masaya dayanmış vaziyette, önümde bir orta kahve, sağ elimde sigara, tam dumanı üflerken, göz göze geldik işte. Haa doğru! görüşmeyeli bayaa oldu. Saçlarımı kısalttım! :)


























Ama hala ne zaman tatil kafası gelse, gördüğün üzere, sessizlik çekiyor canım! Vur patlasın çal oynasın olamadım bi türlü. Yerine göre o da lazım halbuki. Selim'in deyimiyle "şu hayatta her şey olmak lazım!" Selim! duydun mu, saç-kıran olmuşum, öyle söyledi doktor! dediğimde "Aa! şahanee..şu hayatta her şey olmak lazım" demişti hıyar! Eee, adı üstünde! :)



Sakındığınız ne varsa hepsini dökmek istediğiniz anlar vardır ya hayatta...Atladığın taksi şoförüne tüm öz geçmişini anlatıp inebirsin öyle zamanlarda. Oturduğun bi masaya, içindeki tüm zehri kusabilirsin. Telefon çalar mesela, arayan en olmadık kişidir. Kavga ettiğin ev sahibini, dövmek istediğin kapıcıyı, küfretmek istediğin salağın tekini ya da artık ne varsa o an aklında dökülüverirsin işte sapır sapır. Biz buna buna yumuşak karnını yakalamak deriz hani. . Bozcaada öyle bi yer işte. El yordamıyla yumuşak karnını buluyor adamın. Sonra Allah ne verdiyse! Koruma kalkanlarını devre dışı bırakan, çeneni açan, diline vuran, boşaltan...boşaltan...boşaltan bi yer. Yeterince hafiflediysen, otur şimdi yanıma, bi kahve de sen söyle. Yolumuz var daha... 



Benim içim biraz dengesiz...nasıl desem, bildiğin dalgalı deniz. Hani şurda yakından tanıyanlar da olmasa iki dakkada yiyeceğim seni. Allayacağım pullayacağım dünyanın en sukunet-sever insanı olarak kendimi sana pazarlayacağım! Değilim oysa. Yalanım batsın, yalancıyım! O anlattığım kız benim sadece bi yanım. Bi yanım gürültü patırtı meraklısı. Sokaktan gelen simitçinin sesinin bile hastası!Mümkünse evi caddenin tam üstünde olsun ister hep, arabalar vızır vızır geçsin,Korna sesi düdük sesi birbirine tecavüz etsin. Kadının biri alt katta bağıra bağıra türk sanat musikisi söylesin...Mümkünse Zeki Müren, mihrabım diyerek...desin!

Diyeceğim o ki ben kaos da severim;  ama bu iki kelimeyi söylemek için önden ille de  bi kafanı zikeceğim! Eee! her şeyin bir bedeli var! 
Ne demiş ünlü Türk düşünürü: Ekmeği bile çiğneyip yutuyosun icabında! :) Yok öyle üç satırda sadede gelmek. Her şeyi az biraz sindirmek gerek.






























Başka türlü bi yer Bozcaada! Kendine ait bir uslubü lisanı var. Garip bir sessizliği, büyüsü var. Hele şu gördüğün üstteki fotoda denizin dibine kurulu bir barı var ki, (Fuska Bar) çek bi sandalye, söyle biranı, ne geçmiş ne gelecek anasını satayım! Sadece o an var! O'sun! Ordasın! O kadar-sın! Öncesiz ve sonrasızsın. Arada birandan iki yudum hüpletiyorsun, benimkiler artık kısa ama seninki uzunsa saçlarını rüzgara teslim ediyorsun...daha olmadı yüzünü, boynunu  yalatıyorsun! Anti-septik! Sakın kasma.


Yakamoz!

Bu tabelanın önünden geçen herkese selam!

Diyelim tam öğle saati, acıktın. Zaten kahvaltıyı da öyle üstün körü yapmıştın. Çiçek Pastanesine gidiyosun. 15-16 yaşlarında aacaayip yakışıklı esmer bi velet var! Az sonra gelecek yanına, sen menü soracaksın. Sırıtarak "Menü benim!" diyecek; sonra sana alternatiflerini söyleyecek. Mümkünse kavurmalı yumurta diyeceksin, ben limonata söyledim yanına, sen istersen çayla dene. Her türlü seveceksin, valla bak! Sonra o dünyalar yakışıklısı gencoooolan'a "dua et çok sempatiksin, yoksa seni tepelerdim iki dakkada" diyeceksin. Ben dedim yani! :)) Sebebini o anı yaşayınca anlayacaksın, bana da hak vereceksin diye tahmin ediyorum. Zira bazı şeyler anlatılmaz yaşanır. E hani, hala yola çıkmadın mı? 

Hayat zamanda iz bırakmaz, bir boşluğa düşersin bir boşluktan, birikip yeniden sıçramak için. Elde var hüzün... (Atilla İlhan) Boşlukta yürüyen herkese gelsin bu dizeler...en çok da yolu Bozcaada'dan geçeceklere...

Ne! Kitap fuarı mı dedin? Hadi gireliimmmm! Ba(ğ)zı şeyler öyledir! İlle de içine girme arzusu verir! :)

Bağzı sokaklar şöyledir..."bir tatlı huzur" verir!

Bağzı kiliseler kuğu gibidir! Boşlukta kafası öylece yükselir...ibadethane midir? başka bi şey mi? umrunda değildir. Üstündeki tşörtü çıkarır geçirirsin tepesinden, sen ne olmasını istiyorsan o oluverir...
Bağzı kapı önleri de ille de oturma isteği verir. oturup göğe bakma isteği...Gök denizin daha cool halidir. Ele avuca sığmaz. Öyle her aklına estiğinde "hadi gidelim" diyerek de varılmaz! O öyle güzeldir...Yukarda!





Gir şurdan kendine bi anı kap koçum! hadi! :) Üstüne tarihi ve mekanı yazmayı unutma! Ha bi de adını ki olur da bi gün senden çıkar, başka bir insan evladının avuçlarına konarsa adından yola çıkarak kaşını gözünü hayal etmeye çalışsın...Şart da değil ama; hani öyle sevabına! :)



Lütfen ayak izlerinizden başka hatıra bırakmayınız!...
Ve lütfen ruhunuzu her koşulda özgür bırakınız!...
Kendinize yeni arkadaşlar edinmeyi de unutmayınız! Ha unutmadan; bu ada da naylon poşet kullanmak yasak! Marketten aldığınız şeylerin kesa kağıtlarından birinin üzerine daha önce hiç denemediyseniz bile iki satır bi şeyler  karalamaya çalışınız, bu ada en kabiliyetsizi bile şair eder diyim size! Ben şöyle bi şey karaladım mesela, şiir değil elbette, anı niyetine: Nazım'ın o ara kafası biraz karışık olabilir. En güzel deniz, hiç gidilmeyen değil, her gittiğinde yeni bir şey bulabilme ihtimalini verendir... Pekala mümkün! 

5 Haziran 2014 Perşembe

Geceler çok karanlık gel düşümdeki sevgili...ay ışığı yedir bana! Mümkünse Kalkan'da!

01.07 saat. Odamın penceresi açık. Püfür püfür bir rüzgar koynuma doluyor ... Yakınlarda bi yerde biri (leri) yüksek sesle Ahmet Kaya dinliyor. Dinlemekle kalmayıp bütün Yalı yolu mahallesine dinletiyor... "Geceler çok karanlık, gel düşümdeki sevgili, ay ışığı yedir bana" diyor. Yumuşacık, ninni gibi geliyor.. Ne kadar uzun zaman olmuş bu şarkıyı dinlemeyeli diyorum İçimden. Sadece bu şarkısı da degil aslında. Çok sevmeme ragmen hep uzun aralıklarla dinledim ben Ahmet Kaya'yı. Kasıtlı. Hala da öyle yapıyorum. Zira ne zaman dinlesem içimi biri tornavidayla oyuyor sanki. Kendime bunun yapılmasına sıklıkla Izin vermemi beklemiyorsun umarım.
Ha bu arada, yukardaki fotoğraf kaldığım pansiyonun terasından baktığında karşına çıkan  görüntünün ta kendisi. Alınmıyorsun  di mi? :)

Bugün Kalkan'da ikinci günüm. Aslında şu anki durumumu en Iyi anlatan şarkı "Ellerin ellerimde ne umdum da ne buldum? Sıcaklığın yaksın beni. Budur umudum." 
Zira gelmeden hava durumuna bakmayı akıl edemeyen Oya'yı Kalkan'da şiddetli yağmur ve  fırtına bekliyormuş. Huyuymuş. Her yıl mayıs ayında bir hafta süreyle bunu hep yapıyormuş. Ama bu kez Haziran'ı ve beni hedef almış.  Kim bilir ne hinlik peşinde?  
Konumuzdan tamamen bağımsız olarak şu an bu çalıyor aslında içimde. Dinle...


Kaş'ın suyuna girene Kadar Ayvalık'ı SOĞUK sanıyordum ben. Kaş'ta Ayvalığı ikiyle çarp. Kalkan'a gelince de devenin hörekesini al ve hiç  anlamadığım bi şekilde şu yazıya yayılan melankolik havayı da yok say.  Kalkan'ın suyu SOĞUK falan degil dostum. Buuuzzz ... Öyle çivi gibi benzetmelerini unut burda unut. Bu bildiğin kör testere. Demedi deme! 
Şu Herodot bir alem. Yememiş içmemiş bizim güzel tatil beldelerimiz için tek cümlelik şiirler yumurtlayıvermiş.  Mesela demiş ki Kalkan için "Dünya'da yıldızlara en yakın yer..." Daha ne desin! 
Bayıldım ...! Her sokağına, her köşe başına bayıldım...Minnacıklığından bahsetmiyorum bile. Biraz seri hareket edersen bir saat içinde şurayı da görmedim demezsin yani, o kadar!
Kalkan balığı yemeyi arzu ederdi gönül tabi. Mevsimi değilmiş. Bulsak da keyifli olmaz yemesi dediler. Peki dedim.

Fotoğraflardan da anlayacağın üzere sezon daha açılmamış aslında. Herkesin dilinde aynı cümle. "Yaz gelmeyecek bu sene..." ama siz ona kulak asmayın. Gelene geldi zaten de, gitmediğine de gidecek. Az sabır! 
Ben aslında internette araştırırken Kalamaki pansiyona taktım kafayı. Milliyet'te yazılmış bir yazı okudum hakkında. Kendi çapımda mest oldum. Evet dedim. Oraya gitmeliyim!
Ne mümkün?
Na mümkün!
Hiç bir iletişim kanalıyla ulaşamadım zat-ı allerine.
Zaten hiç ihtimal dahilinde değilmiş. Boşuna kasmışım. Galiba onlar sezonu toptan açmamış. Azmettim. Merak ettim. Gittim arayıp buldum. Kapı duvar. Kocaman bir kilit karşıladı beni.
Başka bi sefere belki...
Hoş, iyi ki de açılmamışsın dedim sonra. Girdim internete araştırdım biraz. Bi pansiyon buldum küçücük. Bir fotoğrafını gördüm ve işte bu! dedim. Oraya gitmeliyim...
Aslında garip soğuk kanlı bir sahibi var. Bay!
Hani böyle bazı ailelerde Cumhuriyet okuyan, cool, az konuşan, çok susan, tuhaf bir ciddiyet estiren tipler vardır ya...Bazen baba olur o. Bazen amca ya da dayı. Hah! işte onun Sözcü okuyan versiyonu bu da! Sinir olmuyorsunuz ama. Garip bi şekilde saygı duyuyorsunuz...Gıcık/soğuklardan değil.
Hiç uzun etmeden diyeceğim şu ki, bi gün rüzgar bu yöne eser de soluğu Kalkan'da almak istersen ve öyle aman aman bir şaşa bir debdebe peşinde değilsen Moonlight pansiyonda kalmalısın. Anılarımın üstünde gezinmeli, kulaklarımı çınlatmalısın...! :)
Sana yapacağım tek güzellik de budur. Her şeyi de benden bekleme. Gerisi resimli roman.
Ha unutmadan, bir de Ahmet Kaya'yı an.
"Geceler çok karanlık, gel düşümdeki sevgili, soyunup hazırlan bana!"
Kaş'ta görüşmek üzere,
sevgiyle kal...





13 Nisan 2014 Pazar

Haydi gel uçalım...

Şu hayatta insanı motive eden, yerden yükselten, devam etme gücü veren üç beş şey varsa, yol yapmak bunların en başında geliyor. Ha yol dediğim de şurası, burnumuzun dibi ama işte; başka bi boyuta geçiyorsun. Çapın değişiyor, penceren değişiyor...Gördüğün göz; algıladığın aklın değişiyor. Renkler değişiyor...Mavi, sarı, yeşil, mor oluyor...Durağanlık gri, durağanlık kütle gibi ağır, durağanlık yalnız bi şey! ben size diyim.

Yol öyle değil işte. Yol durmuyor. Adı üstünde. Gidiyor bi kere... Gitmek, hafifleten bi şey, gitmek algını açan bi şey. Az daha ileri "gideyim" mi?

Gitmek, seksi bi şey!

Gitmenin kendine has bi cazibesi, büyüsü var. Gitmek baş döndürücü. Gitmek cesaret, e hadi tam halini söyleyim, göt isteyen bi şey!

Yok bu benimki öyle değildi. :) Şurdan şurası. Ankara'dan çıkıyorsun yola, üç saat sonra ordasın.
Ver elini Kapadokya...

Gözleri sürmeli büyücüler orda yaşamış olmalı. Uzun burunlu, kukuletalı cadı, altın küreye orda bakmış olmalı...Japonların kanını çeken bi şey var orda! :) Mazide aralarında kesin kes  bi şey geçmiş olmalı... :)

Kolunu salla japona çarpıyorsun. Hoş adamlar kültür turu seviyor. Bunda şaşılacak pek bi şey yok da diyebilirsin. Zira plajda hiç japon gördün mü sen? diye de ekle hatta! :) Gördüysem de hatırlamıyorum zira.

Ama zaten konumuz Japonlar değil.
Konumuz (ben yukarda bi kaç gereksiz artislik yaptım ama)  gitmenin felsefesini yapmak da değil aslında.

Konumuz iki günlük bi balon kaçamağı.
Bi çentik daha atmış olmanın verdiği mutluluk.
Belki çok basit geliyor kulağa ama işte;  benim çok istediğim bi şeydi.
Yerden yükselmek...
Kendimi bi de orda denemek! ;)
Üç kişiydik.
Ben, Halil ve Betül'üm.
Halil bi enteresan adam.
Eskişehir'e diye yola çıkıp sabah kahvaltısını Mudurnu'da yapabilirsin onunla.
İzmir'e diye çıkıp, Alanya'da bulabilirsin kendini.
Bi gece yarısı bira içerken, biten leblebiye içerleyip, Çorum'a leblebi almak üzere yola düşmüş bir adam sözünü ettiğim.
Dümeni kırmaktan, bilmediği yola sapmaktan bi an bile çekinmeyen bir adam.
Ya da velet mi demeliydim?
Neyse bilemedim.
Onu sonra düşünelim. :)

Uyar-oğlu diye bir deyim vardır hani.
Betül'üm uyar-kızı.
Deveye de binelim mi Betül?
-Hadi binelim kuzum!
Şurdan da atlayalım mı?
-Hadi atlayalım!
E oldu olacak uçalım mı Betül?
-Hadi uçalım...

Uçtuk...!


Bence siz de uçmalısınız...
Şahane bi şey!
Demedi demeyin.
Ama tabi şu da var.
Bu bizim daha deneme uçuşumuzdu.
Uçmakla ilgili çok daha başka fantezilerimiz de var.


Kimbilir?
Belki onları da yaparız.
Onları  da yazarım size.

Ha ama yok; onu almayayım da, balona binerim ben yaa! diyorsanız...
Nevşehir şurası.
Hele bi de İç Anadolu  civarındaysanız.
Günahı 150 TL.
Servis gelip kaldığınız otelin kapısından alıyor.
Yalnız biraz erkenci olacaksınız. Mesela sabaha karşı 4'te ayakta olmayı göze alacaksınız.

Sonrası malum.
Gün daha doğmadan, o uçan şeyin içine atlıyorsunuz...
Yerden yükseliyorsunuz...
Kırk beş dakika süzülüyorsunuz gökyüzünde öylece.


Elinizde makinalar.
Şak şak şak.


Çekmediğin balon kalmasın! :)






İnince şampanyanı alıyorsun eline.
E o kadar yükselip yere inince de,
o ilk yudum şahane!

Yarasın...






 HİKAYE BURDA BİTMİYOR TABİ


Aynı günün devamı...sabaha karşı o saatte kalkıp, uykusuzluktan perişan olunca, otele döner dönmez azcık uzanalım şuraya  diye kıvrıldığımız yerde uyuyakalıyoruz. Ama çok değil iki saat. E o kadar olsun.
Uyanıyoruz..."Ordular ilk hedefimiz kahvaltıdır, ileri!" düsturuyla terasa çıkıyoruz. Hava mis...İçimde kuşlar uçuyor...uçmakla kalmayıp cik cik ötüyorlar bi de. Cemal Süreya'yı anmadan olmaz tabi burda. "Kahvaltının mutlulukla ilişkisini" bi kez daha kanıtlıyoruz dünyanın bi yerinde.

Sonrası biraz enteresan gelişiyor. Otelin parasını ödüycez ama kartla ödeyemiyormuşuz ve üçümüzün üzerinde de nakit yok. Ver elini Uçhisar merkez. Ama yok. Hedefimize ulaşamıyoruz. Az daha sür Halil'im diyorum. Bizi Göreme paklayacak anlaşılan. Nitekim paklıyor. Allah razı olsun kendisinden. ;)

Otele döndüğümüzde Betül'ü fal baktırırken suç-üstü yapıyoruz.
Onu dinleyemedim ama benimki bir faciaydı.
"Ne diş lafı ettin sen kızım?"
Ben mi? ne diş lafı etmişim ki? valla etmedim.
"Bi saç lafı etmişin sen?"
Saç mı? Allahım sana geliyorum...
"Başın ağrıyo mu senin?
Yani...her insan gibi ara sıra ama öyle kronik bi baş ağrım yok.
"O zaman olacak. Burda görünüyo. Başın ağrıyo senin."
"Bi yere mi gidiyon sen? taşınacan maşınacan mı?"
Yani...öyle bi planım var ama...
"O zaman güle güle...gidiyon sen"

E oldu mu be Ablacım. O kadar saçma sapan şey söyledikten sonra istediğim bi şeyi söylemiş olmanı da pek bi sevinçle karşılayamadım ben şimdi. İşkillendim bak! Gitmiyor muyum yoksa?
Neyse, iyisi mi kapatalım bu bahsi burda. İşimize bakalım...

Atlıyoruz tekrar arabaya.

Betül'ün deveyle imtihanı :)


İlk çömlekçinin önüne seriyoruz postu. Betül annesine çömlek alacak; ama benim pek arabadan çıkasım yok. Üstüme bi ağırlık çöktü. "Siz gidin hadi, biz Hatun'la bekliyoruz sizi" diyorum.
Ama ne beklemek...
Girdiler çıkmıyolar benimkiler.
Beş on on beş dakika derken, afakanlar çöküyor bi üstümüze.
Hadi inelim biz de kuzucum diyorum Hatun'a. İniyoruz...
Çömlekçilerin piriyle tanışma şerefine erişiyorum o an. Yani aslında işinde ne kadar usta bilemiyorum tabi ama; insanlıkta on numara olduğu kesin. En azından bende o intibayı bırakıyor.
Koşa koşa içeri girip Hatun'a su getiriyor...
"Oy guzuuummm...yanmıştır bu, iç guzum iiiçççç, gana gana iççç. Beni sevdin mi guzum? İt iti sever guzuuummm, sevmediysen de birazdan seversin" diyor. :) Ben o sırada kopuyorum zaten. Kendiyle bu kadar güzel dalga geçebilen insanlara bayılıyorum...Hemen adını soruyorum. Serdar diyor. Uzun zamandır biriyle tanıştığıma bu kadar memnun olmamıştım. Komik adam! hep sevgiyle hatırlayacağım seni...! Hatun da içtiği o suyun tadını bi daha çok az bulacak. Eminim.

Buraya kadar her şey çok güzel, tamam muhabbet iyi de, benimkiler nerde yahu?
"İçerde çömlek yapıyo seninkinin biri" diyor. Muhtemelen arkamdan bişeyler daha diyor ama ben o sırada uçuyorum. "Neee çömlek mi? " diyerek içeri dalıyorum.

Heves bu. İçinde durduğu gibi durmuyor ki...
"Banane babane ben de!" diyorum. Ortaya komik bikaç görüntü çıkıyor. O çamur avcumun içinde benden bağımsız bi takım şekiller alıyor...sonunda pes ediyorum.
Hevesimizi de aldık zaten. Allah kabul etsin diyorum. :)


Dönüş yolunda birer bira parlatıp, Tuz gölünde Halil'in ille ayaklarımı sokacağım inadına boyun eğip, bi de oranın havasını kokladıktan sonra evimize dönmek üzere tekrar koyuluyoruz yola...

Yolda hep mutlululuk var...